İstanbul’un sanat damarlarını titreten 18. İstanbul Bienali, 2025’te “Üç Ayaklı Kedi” başlığıyla unutulmaz bir yolculuğa dönüştü. Küratör Christine Tohmé’nin dokunuşuyla, bienal geleneksel sınırları aşarak üç yıla yayılıyor: 2025’teki ilk ayakla başlayan serüven, 2026’da İstanbul Bienali Akademisi ve kamusal programlarla, 2027’de ise atölyeler, performanslar ve final sergisiyle tamamlanacak.
Bu edisyon, “kendini koruma” ve “gelecek olasılıkları” temaları etrafında dönüyor; yıkım, zorunlu göçler, krizler ve onarımın ortasında dengede kalmaya çalışan bedenleri bir kediye benzeterek sorguluyor. Tohmé’nin kavramsal çerçevesinde sorduğu sorular “Kırılganlık karşısında soluklanabileceğimiz alanları nasıl yaratıyoruz? Alışılmadık dayanışma biçimlerini nasıl keşfediyoruz?” sanatçıların eserlerinde yankılanıyor.
Beyoğlu-Karaköy hattındaki 8 tarihi mekânda, 30’dan fazla ülkeden 47 sanatçının işleri ücretsiz olarak sergileniyor (20 Eylül – 23 Kasım 2025). Koç Holding sponsorluğunda İKSV tarafından düzenlenen bienal, yürüyerek keşif imkânı sunarak sanatı şehrin nabzıyla birleştiriyor. Eğer “İstanbul Bienali 2025 eserleri” veya “bienal mekanları haritası” arıyorsanız, bu yazı tam bir rehber.
En çarpıcı üç işi derinlemesine inceliyoruz, ardından diğer öne çıkanları mekan mekan detaylandırıyoruz. Hazır mısınız, kedinin izini sürmeye?
İstanbul Bienali 2025, geleneksel bienal formatını aşarak 2027’ye kadar uzanan bir süreç vaat ediyor. Küratör Christine Tohmé, bienali bir kediye benzeterek yıkım, göç ve krizlerin ortasında dengede kalmaya çalışan bedenlerimizi simgeliyor. 30’dan fazla ülkeden 47 sanatçı, Beyoğlu-Karaköy’deki 8 tarihi mekanda eserlerini sergiliyor. Ücretsiz giriş, yürüyerek keşif imkanı ve performanslarla zenginleşen program, sanatı şehrin dokusuyla birleştiriyor. Koç Holding sponsorluğunda gerçekleşen etkinlik, İKSV’nin 1987’den beri sürdürdüğü mirası taşıyor. Eğer “İstanbul Bienali 2025 bilet” veya “bienal mekanları” arıyorsanız, pazartesi hariç her gün 10.00-18.00 arası açık ve tamamen ücretsiz!
Bienalin teması, kırılganlık, dayanışma ve onarım üzerine kurulu. Tohmé’nin açık çağrısıyla seçilen sanatçılar, günlük hayatın güvensizliklerini sanatla yorumluyor. Şimdi gelin, bienalin en çarpıcı üç işine yakından bakalım. Bunlar ziyaretçilerden en çok bahsedilenler arasında.
Meclis-i Mebusan 35’te, bir zamanlar Studio-X’in evi olan modern binanın zemin katında Pilar Quinteros’un “Working Class” (2025) yerleştirmesi sizi hemen yakalıyor. Şilili sanatçı Quinteros (d. 1984, Santiago), emek, sınıf mücadelesi ve anıtlaşmış hafızayı sorgulayan işleriyle tanınıyor. Bu eser, doğrudan İstanbul’un tarihine dokunuyor: 1973’te Muzaffer Ertoran’ın tasarladığı “İşçi” (The Worker) anıtından esinlenilmiş – Tophane Parkı’nda bir dönem duran, dev bir işçi figürü. Quinteros, bu monolitik sembolü dekonstrükte ederek yeniden yorumluyor: Karton kutular, geri dönüşüm malzemeleri ve endüstriyel atıklardan oluşan devasa, parçalanmış bacaklar ve yüzler yığını. Sanki anıt, kendi ağırlığı altında çökmüş; ziyaretçi, etrafında dolaşırken emekçinin kırılganlığını hissediyor.
Eserin gücü, malzeme seçiminde: Gecekondu inşaatlarında kullanılan kartonlar, göçmen işçilerin günlük gerçekliğini çağrıştırıyor. Quinteros, Folkestone Triennial (2021) ve São Paulo Bienali gibi uluslararası platformlarda benzer temaları işlemiş; burada ise İstanbul’un işçi tarihini (örneğin, 1970’ler sol hareketleri) yerel bağla harmanlıyor. Ziyaretçiler, “Bu yığın, sanki şehrin unutulmuş emekçilerini gömüyor” diye yorumluyor – duygusal bir tefekkür alanı yaratıyor. Bienalin “kendini koruma” temasıyla örtüşen bu iş, Eva Fàbregas’ın ses enstalasyonları ve VASKOS’un (Vassilis Noulas & Kostas Tzimoulis) soyut heykelleriyle aynı mekânda sergileniyor. 30-45 dakikalık bir ziyaretle, emek tarihini yeniden yazmak gibi hissediyorsunuz.
Zihni Han’ın kalabalık koridorlarında, Selma Selman’ın “Motherboards” (Anakartlar, 2025) performansı kalıcı bir iz bırakıyor. Bosna doğumlu Roman sanatçı Selman (d. 1991, Bihać), aile mirası ve marjinal ekonomiyi sanatla dönüştüren bir figür. Açılış haftasında İstanbul Modern’de sahnelendi: Selman ve ailesi, hurda elektronik devre kartlarını parçalıyor, eritiyor ve içindeki az miktardaki altını çıkarıyor – bu, Balkanlar’daki Roman topluluklarının atık toplama ritüelini yansıtıyor. Süreç, bir saatlik yoğun bir performans: Çekiç sesleri, eriyen plastikler ve aile sohbetleri arasında, sürdürülebilirlik ile kültürel direniş iç içe geçiyor. Sonuç? Elde edilen altın, bir kaşığa dövülüp heykelleşiyor; etrafında 100’den fazla parçalanmış bilgisayar kalıntısı, Zihni Han’da sergileniyor.
Bu eserin çarpıcılığı, duygusal katmanlarında: Video kaydı izlerken, Selman’ın “Bu atıklar, bizim hikayemiz – çöpten altın doğurmak gibi” sözleri yankılanıyor. Roman kökenli bir kadın olarak, cinsiyet ve etnik ayrımcılığı da dokunuyor; bienalin “gelecek olasılıkları” temasına, onarım ve hayal gücüyle yanıt veriyor. Ziyaretçiler, özellikle gençler, “Bu, geri dönüşümü kişisel bir manifesto yapıyor” diyor. Selman’ın önceki işleri gibi (örneğin, Documenta 15), bu da topluluk katılımını teşvik ediyor. Zihni Han’daki diğer eserlerle (Elif Saydam’ın hiper-gerçek figürleri) birlikte, 1 saatlik bir turda endüstriyel mirası sorgulatıyor.
Zihni Han’ın bir başka köşesinde, Gazze doğumlu Sohail Salem’in (d. 1974) mavi mürekkep defter çizimleri, bienalin en sarsıcı vuruşu. “Diaries from Gaza” serisi, sanatçının günlük hayat-memat mücadelesini yansıtan ham, anksiyete dolu skeçler: Bombardıman altındaki evler, kaçış rotaları, kayıp yüzler – hepsi basit bir tükenmez kalemle, defter sayfalarına dökülmüş. Salem, Gazze’de yaşarken bu çizimleri üretmiş; eserler, bienale taşınırken Filistin direnişinin sesi olmuş. Tohmé’nin Orta Doğu odaklı seçkisinde, Khalil Rabah’ın bahçe yerleştirmesiyle diyaloğa giriyor – ikisi de “bariyerler ve eşikler” üzerinden sınırları sorguluyor.
Salem’in gücü, minimalizminde: Her çizgi, bir hayatta kalma anısı; mavi tonlar, Akdeniz’in umutlu mavisiyle savaşın gri’sini karıştırıyor. Ziyaretçiler, “Bu çizimler, empatiyi zorla sokuyor içimize” diye paylaşıyor sosyal medyada. Gazze kökenli sanatçı olarak, Salem’in işleri politik bir manifesto: Bienalin kriz temasına, spekülatif bir gelecek tasavvuru ekliyor. Önceki sergilerinde (örneğin, yerel Gazze atölyeleri) benzer temaları işlemiş; burada ise uluslararası bir platformda yankılanıyor. 20-30 dakikalık bir duraklama, sizi derin bir sessizliğe davet ediyor.
Bienalın zenginliği, bu üç işte sınırlı değil. Yürüyerek 2-3 saatte dolaşabileceğiniz 8 mekânda, her biri tarihi bir hikaye anlatıyor. İşte detaylı bir tur:
Açılış haftası programları devam ediyor: Alex Baczyński-Jenkins’in “İsimsiz (Ufku Yakalamak)” dansı (Arter Karbon, 20 Eylül tekrarı), parti ve ayaklanma anılarını “kare adım” figürüyle birleştiriyor. Ahmad Ghossein’in “Demek Çok Üzgünsünüz, Öyle mi?” monologu (Bahçe Galata), Lübnan çöküşünü anlatıyor. Film seçkisi: Maxime Hourani’nin “Taşlar Yalan Söylemez”i (Salt Beyoğlu), Blanqui’nin devrim kozmolojisini Lübnan iç savaşıyla bağdaştırıyor; Samar Al Summary’nin “Her Çıkışın”, yerinden edilme özlemini sessizlikle işliyor; Lawrence Abu Hamdan’ın “45. Paralel”i, sınır mermilerini dron savaşlarıyla inceliyor; Suneil Sanzgiri’nin “Ulaşılmaz Adres”i, sömürge karşıtı tarihleri restore ediyor.
Ziyaret İpuçları: Galataport’tan başlayın, Paket Postanesi’nde Boğaz kahvesi molası verin. Rehberli turlar, bebekli sabahlar (cuma 10-11, Galata Rum Okulu) ve çocuk atölyeleri (ileri dönüşüm objeleri) mevcut. Erişilebilirlik için DenizBank sponsorlu turlar; mülteciler için UNHCR koordineli. Hafta içi gidin, kalabalıktan kaçın. Opti ile Pesi kitabı (ekimden ücretsiz), çocuklar için harita gibi. Görsel kimlik Okay Karadayılar’dan, reklam filmi Ali Demirel imzalı.
Bu bienal, sanatı bir “koruma alanı”na dönüştürüyor, gitmeyip pişman olmayın!